Bağış Erten- 8 Nisan 2011
Size bir hikâye anlatacağım. Yine bir Anka Kuşu/Sindrella hikâyesi. Yer: Almanya. Takım: Dortmund. Bakın bu senenin mucize takımı küllerinden nasıl doğdu?
Her şey 2002’deki şampiyonluk ve aynı sezon Feyenoord’a karşı kaybedilen UEFA finalinin hemen ardından gelen ekonomik krizle başladı. Kulüp borsaya açılmıştı ama iki sene içinde kendini ödeyemeyeceği borçlar altında buldu. Durum o kadar kritik hale geldi ki Westfalen Stadı’nı bir emlak şirketine satmak zorunda kaldılar. Daha da kötüsü oldu. 2005 yılında krizden çıkarsın diye Şampiyonlar Ligi’ne gitmek için büyük yatırım yaptılar. Ama beklenenin aksine son anda küme düşmekten kurtuldular ve iflas bayrağını çektiler. Yeni başkan Watzke acı konuşuyordu: “Sahip olmadığımız bir parayı harcadık. Şampiyonlar Ligi’nde uzun yıllar yer alırız diye düşünüyorduk. Her şey tersine döndü.” Artık anlamışlardı: Eski usullerle, ‘kimsenin Dortmund’da alacağı kalmaz’ masallarıyla, ‘büyük transfer şart’ mantığıyla yürümeleri mümkün değildi. Almanya’nın en köklü kulüplerinden biri de olsalar, 100 yaşını da doldursalar yeni yöntemler bulmalıydılar.
Önce taraftar takımına sahip çıktı. “We are Borussia” (Biz Borussia’yız) kampanyasıyla sadece onlar değil, Dortmundlu şirketler de, kamu kurumları da takıma sahip çıktı. Bankalardan borç öteleme, futbolculardan indirim talep ettiler. Maaşları ödemek için kredi çektiler. Öyle kötü dönemler yaşadılar ki, ezeli rakiplerinden Bayern Münih, yardım teklif etti. Reddettiler. Bir seks-shop zinciri sponsorluk teklifinde bulundu. Onu da reddettiler. Kendi küllerinden doğacaklardı. Başkalarının yardımıyla değil.
Marka değeri buymuş
2006’da 15 yılda geri ödemeli 79 milyon euroluk bir kredi buldular.
Hayır, bu parayı transfere harcamadılar. Önce statlarının yüzde 51’ini geri aldılar. Böylece stadyumun kaderi hakkında söz söyleme hakkını da elde etmiş oldular.
Artan parayı da ödemelerine sadakat göstermek için kullandılar. Böylece kredi sicilleri temizlendi. İki yıl sonra imzaladıkları sponsorluk anlaşmasından 12 yıllığına 50 milyon euro elde ettiler. Hayır, onu da transfere harcamadılar. Statlarının tamamını geri aldılar. Bu üç yıllık süreçte söyledikleri netti: “Geleceği kurtarmak için yapmak zorundayız.”
Ama saha içi başarıdan eser yoktu. 2005 ve 2006’da ligi yedinci bitirdiler. 2007’de 9. sıraya indiler. 2008’de krizin son yılında 13.lüğü bile gördüler. Ellerindeki oyuncuları satmak zorundaydılar. Sattılar. Frei’yı, Rosicky’yi, Odonkor’u, Valdez’i göndermekte hiç tereddüt etmediler. Ama getirisi çok olmadı. Hiçbiri 10 milyon eurodan fazla etmedi.
Maaşlara bütçe ayarı
Başka bir yol bulmalıydılar. Buldular. Almanya’nın tribüne en fazla seyirci çeken takımı olarak, bizde çok meşhur olan marka değeri sayesinde ticari gelirlerini inanılmaz arttırdılar ve 60 milyon euroluk bir gelir elde ettiler. Bu rakamın 39 milyonu sponsorluk anlaşmalarından, 8 milyonu forma satışından, 9 milyonu yiyecek-içecek satışından, kalanı da stadyumun dışarıya kiralanmasından geldi. Bu kategoride Arsenal’den, Juventus’tan daha fazla gelire sahiptiler ve bu sayede, 103.5 milyon euroluk bütçeleriyle, yıllar sonra, 2008’de (111 milyon euroluk Fenerbahçe’nin hemen altında) Deloitte Para Ligi’ne çıktılar. Sıralamada onlardan daha iyi dört Alman takımı vardı: Bayern Münih, Hamburg, Schalke ve Werder Bremen. Ama ‘olsun’du, suyun üzerine çıkmışlardı nasılsa.
Oysa sadece gelirleri yoluna koymak yetmiyordu. Harcamaları da kontrol etmeleri gerekiyordu. Ettiler. Son üç yılda 100 milyon eurodan fazla gider yazmadılar. Maaşlar bütçenin yüzde 50’sini hiç aşmadı. Hatta geçen sene bunu yüzde 46’ya çekmeyi de başardılar. Son beş senedir transfer bütçeleri 10 milyon euro civarında. Büyük isimler getirmek yerine BVB Academy’den çıkanlara, yeni Nuri’lere, ucuz transferlere yöneldiler. Nokta atışı yapmaktan başka çareleri yoktu.
Seyirci çok, gelir az
Halihazırda Bayern, onlardan üç kat daha fazla bütçeye sahip. Futbolcularına İngiliz orta sıra kulübü Bolton’dan fazla vermiyorlar. Avrupa kupalarında sürekli yer almadıkları için zenginler kulübü Money League’in en az TV gelirine sahip takımı onlar (22 milyon euro). Forma reklamından aldıkları pay yıllık 7 milyon euro (yani bizim Üç Büyükler rayicinde). Asıl garip olan şeyse şu: Avrupa’nın en fazla seyirci çeken iki takımından biri olarak, maç günü gelirleri çok düşük Dortmund’un. Çünkü krizi bilet fiyatlarına hiç yansıtmadılar. Sarı-Siyahlılar her sezon, takım sıralamada nerede olursa olsun, ortalama 75 bin civarı seyirci çekiyor tribüne. Geçen sezonki ortalamaları 76 bin 400. Bu sezon 51 bin 200 kombine sattılar. En büyük taraftar güçleri olan kale arkası Südtribüne’deki ‘Sarı Duvar’da maç seyretmenin bedeli hâlâ 12 euro. Bu sayede her maç 25 bin kişi o kale arkasını dolduruyor ve (Liverpool’un KOP’u dahil) Avrupa’nın en büyük kale arkası kitlesine imza atıyorlar. Bundesliga’da ortalama 19 euro, yere göğe konmayan Premier League’de 51 euro iken inatla ucuz bilet satıyorlar. Ortalama kombine fiyatı ise 459 euro (Saracoğlu’nda kale arkası kombinesi yaklaşık 350 euro). Üstelik UEFA’ya inat ayakta maç seyrediyorlar. Bu sezon sahaları hiç kapanmadı. Hiç taşkınlık yapmadılar.
Tek bir şey eksikti: Böyle bir takıma, ancak buna uygun bir teknik adam. Onu da buldular. Mainz’i mucizevi bir şekilde İkinci Lig’den Avrupa kupalarına taşıyan Jurgen Klopp aranan isimdi. Ve böylece mucize için her şey hazır hale geldi.
Bu bir peri masalıdır
Bu sezon bir milyon dolardan daha fazla paraya aldıkları tek oyuncu 22’lik Lewandowski’ydi. Kagawa’yı 350 bine, ligin en iyi golcülerinden Barrios’u geçen sezon 4 milyon euroya aldılar. Fakat iyi başlayan sezonda bu sefer de sakatlıklarla başları belaya girdi. Ellerindeki en fazla milli olan oyuncu, kaptanları Sebastien Kehl’di, sadece 6 maç oynayabildi. En iyi zamanında Kagawa, sezonu kapattı. Takımın tecrübe abidesi Kringe bir kez bile forma giyemedi. Owomoyela ve Muhammed Zidan da aynı beladan 10’dan fazla maçta yoktu. Yine de takım kimyasına güveniyorlardı. 16’sından beri bir mücevher gibi baktıkları, bir dönem Feyenoord’a ‘yatılı okul terbiyesine’ gönderdikleri Nuri’ye başrol verdiler. 18’lik Götze’yi altyapıdan çıkardılar. Barrios’tan Chapuisat performansı aldılar. 21’lik Grosskreutz’ten, 22’lik Hummels’den, 23’lük Schmelzer’den milli takımlık performans çıkardılar. Yaş ortalaması 24.7 olan bir takımla zafere koşmaya başladılar. Yedi puan farkla liderler şimdi.
Son şampiyonluğu gören tek adam Dede’yi güzel uğurlamak istiyor Dortmund. Geçen sezon içerideki son maçlarına gitmiştim. Yıllar sonra Şampiyonlar Ligi’ne gitme fırsatını yakalamışlardı. O maçta Nuri penaltı kaçırdı ve Wolsfburg’u yenemediler. Ama maç sonunda kahretmek yerine takımdan ayrılan Tinga’yı uğurladılar. Tribünler “Bu güzel sezon için size teşekkür ederiz” diyen bir pankart açtı. Bunun için bile değmez mi? Bu bir peri masalı değilse, nedir? Şampiyonluğu kaybetseler bile…
Bütün bunların Türkiye’yle ne ilgisi var? Ne ilgisi olacak? Bizimkisi Batı mukallitliği, Tanzimat Aydını kafası işte…
NOT: Bu makaledeki veriler ve bilgiler için ‘swiss rumble’ bloguna ve Mustafa Taha’ya teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen değerli yorumlarınızı bizlerle paylaşınız.