Kaynak: Goal.com
İtalyan edebiyatçı Italo Calvino, “Doğru yolu bulmak için kaybolmak gerekir” der. Beşiktaş’ın Feda günlerinden bugüne kadarki olan yolculuğuna dair bir yazı yazmam istendiğinde aklıma ilk bu söz geldi. Çünkü Beşiktaş da çok kayboldu. Hiç girmemesi gereken yollara girdi, çıkmaz sokaklara daldı, odalarda ışıksız kaldı. Ve bu karanlık çok uzun sürdü. Sekiz yıllık karanlığın faturasıysa sadece sportif başarısızlıktan ibaret olsa iyiydi. Ama daha da beteri oldu. Beşiktaş bu sekiz yılın sonunda kendi kimliğini kaybetti, asırlık değerlerine yabancılaştı ve kendisini yeniden bulması için, bir başka deyişle hafızasının geri gelmesi için öncelikle bir kelimeye ihtiyaç duydu: Feda.
Kulaklara fısıldanan bu dört harf, iki hecelik kelime Beşiktaş’a ve Beşiktaşlılara çok iyi geldi. Aynı zamanda Şeref Bey’in son sözü olan “feda”, Beşiktaş’ın yeniden dirilişinin de önsözü olacaktı. Feda projesini sportif olarak yönetmesi istenen İbrahim Altınsay ne yazık ki kifayetsiz muhterislere kurban edilse de yine de kendisinin görevde kalabildiği bir buçuk aylık kısa süreçte kulübe çok önemli iki genç oyuncu kazandırıldı.
11 Temmuz 2012’de, Beşiktaş’ın yeni sezon öncesi hazırlık kampını gerçekleştirdiği Avusturya’da yan yana ilk röportajlarını veriyordu bu iki genç oyuncu. Oyunculardan bir tanesi şöyle başlıyordu o röportaja: “Merhaba, ben Oğuzhan Özyakup. Arsenal’dan transfer oldum. Orta sahanın ortasında, öne doğru oynuyorum. Gol pası, ara pas, uzun pas… Pas yapmayı çok severim.” Sonra mikrofonlar diğer oyuncuya uzanıyordu: “Adım Olcay Şahan, Almanya’dan geldim. Çok çalışan bir futbolcuyum. Orta sahanın her yerinde oynayabiliyorum. Elimden gelen her şeyi ortaya koyacağım. Önce Beşiktaş’ta, ardından Milli Takım’da oynamak istiyorum.”
Sekiz yıl boyunca yapılan şaşalı ve pahalı transferlerin sonunda ekonomik olarak iflas eden kulübü devralan Fikret Orman yönetimi, kimsenin tanımadığı ve hatta başlangıçta çoğunluğun burun kıvırdığı bu iki genç oyuncuyla yeni bir sayfa açtı. Çok da doğru yapıldı. O sayfaya hep iyi şeyler yazılmadı belki. Yanlış transferler yine yapılmadı mı? Yapıldı. Hâlâ da yapılabiliyor. Ama belki de başlangıçta yapılan bu çok doğru iki hamle, ardından yapılan yanlışları da götürdü, bir başka deyişle eğrisi doğrusunu buldu.
Elbette ezeli rakipler Fenerbahçe ve Galatasaray’ın yönetimlerinin her geçen sürede kulüplerini daha kötü idare edebilmeyi başarmaları da Beşiktaş’ın önünü açtı. Yoksa geçen sezon sonuna kadar kendisine ait bir stadı bile olmadan mücadele eden bir kulüp, bu şartlarda ezeli rakiplerine nasıl fark atabilirdi ki? Galatasaray, Burak Yılmaz ve Selçuk İnan’la yıllığı 3.5 milyon Euro’ya sözleşmeler imzalarken, Fenerbahçe geçtiğimiz sezon oyuncu transferine 42 milyon Euro bonservis ücreti harcarken, sadece Robin van Persie’ye yıllık 5.5 milyon Euro garanti ücret öderken, Beşiktaş bonservissiz ve 1 milyon Euro yıllık ücrete Atiba Hutchinson’ı buldu örneğin. Ve an itibarıyla tarihinin en iyi onbirine girebilecek Atiba’yı dört sezondur aynı ücrete oynatıyor. Sadece bu bile siyah-beyazlıların iki rakibiyle arasında sportif açıdan devasa bir fark oluşturabilir.
Aynı zamanda 2012’den beri üç kulübün çalıştığı teknik direktörlere bakarsak da Beşiktaş’ın yine en doğru tercihleri yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Galatasaray, Fatih Terim’den sonra beş sezondur tam altı teknik direktörle çalıştı. İçlerinde Cesare Prandelli ve Roberto Mancini gibi uluslararası isimler de olsa hiçbirinden bir “teknik direktör imzası” alamadı. Fenerbahçe’nin başına ise beş yılda beş teknik direktör geçti. Ama Ersun Yanal dışında hiçbiri takıma imzasını atamadı, Yanal da nedeni hâlâ belli olmayan bir şekilde takımı şampiyon yaptıktan sonra Aziz Yıldırım tarafından kovuldu.
Beşiktaş ise son beş sezonda üç teknik direktörle çalıştı ve üçü de takıma bir kimlik kazandırdı. Samet Aybaba’yla çılgınca hücum eden siyah-beyazlılar, Slaven Bilic’le savunma yapmayı ve bir takım olmayı öğrendi, Şenol Güneş’le ise nasıl şampiyon olunacağını... Başka bir deyişle takım dördüncü yılında Şenol Güneş Üniversitesi’nden mezun olmayı başardı. Bu sezondan itibaren de kariyer yapmaya başladı.
2012’de çıkılan Feda yolculuğundan gelinen bugünde belki 100. yıldaki takımdan daha kaliteli bir takım kurulamamış olabilir. Ama bu takım o efsane takımın yapamadığını yapmaya, 25 sene sonra ilk defa üst üste ikinci lig şampiyonluğunu kazanmaya çok yakın.
Sadece lig mi? Mevcut takım 100. yıl takımının Avrupa’daki rekoruna da göz dikmiş durumda. 14 yılın ardından Avrupa Ligi’nde gelen çeyrek finalden sonra yolun sonunun Stockholm’e çıkması hiç sürpriz olmaz. Evet, Olympique Lyon çok korkutucu hücum gücüne sahip bir takım. Ama Napoli daha da korkutucuydu ve Beşiktaş o takımdan iki maçta 4 puan aldı. Eğer grup aşamasında değil de bir eleme turunda eşleşselerdi, iki maçın sonunda turu geçen taraf Beşiktaş olacaktı. Lyon’a karşı da olabilir.
Zira bu takım, 2003’teki takımdan daha kaliteli olmayabilir, ama çok daha inatçı bir takım. Bu yüzden Lucescu’nun süper takımı Lazio’yu iki senede karşılaştığı dört maçta da bir defa bile yenemezken, Güneş’in inatçı takımı Napoli ve Benfica’ya karşı oynadığı dört maçta da yenilmedi.
Dolayısıyla Beşiktaş’ın önünde tarihi bir iki ay var. Siyah-beyazlılar Mayıs ayı bittiğinde müzesinde bir Avrupa kupasıyla tarihinde ilk defa gerçek anlamda bir küresel semt takımı olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen değerli yorumlarınızı bizlerle paylaşınız.